DANABAŞ KÖYÜNÜN ÖYKÜSÜ






(Anlatan, Boşboğaz Sadık, yazıya döken, Gazeteci Halil)

  "Yüreğimden yükselen ses bana çok şeyler öğretir. Bu ses herkeste olan vicdan sesidir. Can kulağıyla dinlenirse, buyruğuna uyulursa birçok sorun çözülür."

 

 Sokrates


  HAFİFTEN BİR ÖNSÖZ


  Benim adım Halil, arkadaşımınki Sadık. İkimiz de Danabaş Köyü'nde doğduk. Ben tam bundan otuz yıl önce... Yani tam otuz yaşındayım. Arkadaşım Sadık da otuz yaşında olmalı bence. Ama ben ondan daha genç görünümlüyüm. Onun boyu uzun, benimki kısa, biraz tıknazım. O esmerdir, hem de köse; ben beyaz tenli, top sakal. Bir ayrımımız da benim gözlüklü oluşumdur, gözlerim çok zayıf... Arkadaşımın gözleriyse sağlam. Tabii ki okur yazar olduğumdan olacak gözlerimin zayıflığı. Kısacası ikimiz de Danabaş Köyü'ndeniz. Benim mesleğim basmacılık, yani dört beş top basma vururum koltuğumun altına, köy köy durmadan dolaşır, basma satar geçinirim. Arkadaşımın işi bakkallık, yani bir kulübeye üç dört pud (8) tuz, bir kutu kuru üzüm ve dört beş paket adi tütün koyup satar ve yaşamını böyle sürdürür. Bu kadar. İkimiz de ulu Tanrı'nın yoksul kullarındanız. Hani başınızı ağrıtmak istemem ama yine de anlatmalıyım, çünkü bu öykülerimi okuyan dostların çok şaşıracaklarından eminim. Gazeteci Halil ve Boşboğaz Sadık yabana atılmaz... Neyse dostları bekletmeden birkaç açıklama yapmak isterim.


  Bana göre tüm Kafkasya'da bu bizim Danabaş Köyü gibi matrak başka bir köy bulunmaz. Kötü anlamda söylemiyorum, Tanrı esirgesin. Ben hiçbir zaman hak yemem, köyümüze kırılmış olsam da, bu köyümüzün kötü bir köy olduğu anlamına gelmez. Benim gibi iki yüz tane aylak köye kırılsa da yine köye kötü demek haksızlık olur. Hayır, vallahi de billahi de köyümüz çok iyi bir köydür. Şimdi eğer maruzatımı sonuna dek sabırla dinlerseniz siz de göreceksiniz, bizim köyün kötü bir köy olmadığını.


  Bırakalım kötülük iyilik yarenliğini, konu o değil, esas konu şu ki, bizim köyde "ayama"sı olmayan kimseyi bulamazsınız. Biz "ayama" deriz. Ne demek olduğunu bilip bilmediğinizi bilmiyorum. "Ayama" lakap demek. Ha, burada bir tırnak açmak isterim; ben lakap sözcüğünü geçen yıla dek bilmezdim. Çünkü o kadar okumamıştım. Açıkçası "Cameyi Abbas"tan başka bir kitap okumadım. Geçen yıl bizim köyde "karşı yakadan" (9) bir molla mersiye okurdu. Yazık, adını unuttum. Bir gün mollanın yolu bizim Sadık'ın dükkânına düştü. Anlaşılan önceden Sadık'a Boşboğaz Sadık dendiğini bilirmiş. Dükkânda benden başka birkaç köylü de vardı.


  Molla, Sadık'tan iki paket tütün aldı, birini açıp çubuğunu doldurdu ve ateş istedi. Sadık bir kibrit çaktı, molla çubuğu tutuşturdu ve Sadık'a,


  "Tanrı senden razı olsun", dedi. Çubuğundan bir soluk alıp sürdürdü, "Biraderzade, acep nedendir zati alinizin ismi şerefine "Boşboğaz" lakabını izafe etmişler?"


  Mollanın tümcesini değil köylüler, ben bile anlayamadım, yörenin bilgini sayıldığım halde... Tabii ki mollanın sorusunun Sadık'a yakıştırılan "ayama" üzerine olduğunu anladık hepimiz. Sadık biraz duraksadıktan sonra, Boşboğaz sözcüğünün ayaması olduğunu söyledi. Molla şaşkınlıkla,


  "Ulan, ayama ne demek? Ama da cahil cühelaya rastladık!" dedi.


  Boşboğazlığın Sadık'la olan ilgisi açıklandıktan sonra molla bize "boşboğaz, Sadık'ın ayaması değil lakabıdır. Ayama halk ağzı bir sözcüktür, edebi değil; lakap ise Arapçadır, edebidir" dedi. Konuşmanın sonunda molla bizden kesinlikle ayamayı kullanmayıp yerine lakap sözcüğünü kullanacağımızın sözünü aldı. Hepimiz kabul ettik ve "Peki,"den başka hiçbir şey söylemedik. Sonra Sadık mollaya dönüp sordu,


  "Zati aliniz," dedi. "Arapçadan yana çok bilgin olmalısınız, değil mi?"


  "Ne diyorsun," dedi molla. "Molla olmayı, mersiye okumayı kolay mı sandın? Arapça yutmamış insanı minbere yaklaştırırlar mı?"


  Sadık beklenmedik bir soru sordu bu kez mollaya:


  "Molla, Arapça ekmeğe ne derler?"


  Molla çubuğundan derin bir soluk aldı, yere baktı ve öksürdü,


  "Birader," dedi. "Arabistan'da ekmek ne gezer, olmayan şeyin adı da olmaz tabii. Orada pirinçten başka bir şey yenmez."


  "Ya... Pirince Arapça ne denir?"


  Molla yine çubuğunu emdi, öksürdü, biraz bekledikten sonra,


  "Yeğenim," dedi. "Gerçekten de boşboğazmışsın sen. Köylüler yerinde bir yakıştırma yapmışlar."


  Molla sözünü bitirince abasının eteklerini toplayıp dükkândan çıkıp gitti. Hepimiz o akşama dek gülmekten kendimize gelemedik.


  Bana gelince, benim adım Halil, bana da Gazeteci Halil demişler. Ne ilgisi var. Gazetecinin aklı, zekası, başlı başına bir olaydır... Gazeteci haberleri toplar, basar, o yana, bu yana dağıtır. Benim nerem gazeteci? Arz edeyim efendim bana neden gazeteci lakabını uygun bulduklarını. Yine de gerek benim, gerek Sadık arkadaşımın lakapları zararsızdır, anlaşılan biz saygınmışız. Lakaplarımız gülünç değil. Bizim Danabaş Köyü'nde öyle lakaplar var ki duysan katılırsın gülmekten. Örneğin Girdik Hasan, Deve Haydar, Yalancı Sebzali, Eşek Muhtar, Tavşan Kasım. Uzatmayayım bu tür lakaplar sınırsızdır bizim Danabaş Köyü'nde. Hepsini kaydetmeye kalksam Rusya'daki kâğıt fabrikalarının stoku biter.


  Arkadaşım Sadık'a Boşboğaz lakabını takmışlar ya, yaradana ant olsun bu lakap bu adama hiç uymamış. Doğrudur Sadık çok konuşur, hele bir yere kuruldu mu başlar konuşmaya, konuşur, konuşur, yorulmak bilmez... Ama gel gör ki, iyi konuşur, onun gibi tatlı dilli, bana göre dünyada bulunmaz. Ama ne yapalım ki bizim Danabaş Köyü'nde her çok konuşana boşboğaz denebilir. Oysa çok konuşan da var, çok konuşan da... Ben öylelerine rasladım ki sabahtan akşama dek konuşmuş ve ben dinlememişim. Eğer tüm gevezelere boşboğaz denseydi bütün vaizlere de denirdi. Hayır her gevezeye boşboğaz denmez. Kimi vaiz Ulu Tanrı'dan, kimisi de Kerbela ve Mekke'ye yaptığı ziyaretten söz eder, bu tür konuşmalar boşboğazlık tanımına girer mi hiç? Hayır girmez, üstelik yakıştırmak da günah olur, haksızlık olur. Kim ne derse desin. Sadık'a da boşboğaz desinler, ama bu insan ölünceye dek benim dostum, söyleştiğim ve dert ortağım olacak. Horlanıp alçaltılabilir ya da gerçekten boşboğaz olabilir ama yine o konuşurken ağzından, dudaklarından öpesim gelir.


  Ben nereden gazeteci oluyormuşum? Onu anlatacaktım. Benim gazeteciliğime Sadık'la söyleşmeye başladığım sıralarda hükmedildi, yani sebep arkadaşım Sadık'tır gerçekten. Ne zamandır diye sorarsanız, biz iki yıldan beri tanışırız derim. Şöyle başladı, bir gün koltuğumda birkaç top basma girdim Sadık'ın dükkânına. Daha aramızda bir dostluk, bir arkadaşlık yok. Oturdum dükkânda bir süre. Sadık bir çubuk doldurup tuttu, içmeye başladım. Dükkânda ikimizden başka kimse yoktu. Ben çubuk içtim, Sadık da tabii ki konuşmaya başladı. Söylediğim gibi hoşsohbetti, tabii anlattıkları karşısında ona hayran kaldım, öyle ilginç bir serüven anlatmaya başladı ki, inanın yirmi otuz müşteriyi eli boş çevirdi, her gelene senin o istediğinden yok dedi, konusunu anlattı, anlattı, bir yerde durdu dikkatle yüzüme baktı, iç geçirdi ve,


  "Halil emmioğlu," dedi. "Bir dileğim var senden."


  "Kardeşim," dedim. "Nedir dileğin?"


  "Nasıl olsa bir gün ölüp gideceğiz ve bu serüvenler unutulacak. Çok üzülüyorum."


  "Hiç canını sıkma, ben olup biteni yazıya dökerim, kitaplaştırırım, adına da "Danaba...." derim. Günü gelip de ölünce, vasiyetimde ne ölümü Kerbela'ya götürmelerini, ne de ihsan (10) vermelerini isteyeceğim. Zaten Tanrı katında ameli salih bir kulsam ahrette yüzüm ak olacak ihsana gerek kalmadan, günahkar bir kulsam bana ne ihsan yardımcı olur, ne başka bir şey... Vasiyetimdir, varımı yoğumu satıp paraya çevirsinler, yazdığım öyküleri baskıya versinler, kitabını sağa sola bedava dağıtsınlar."


  Sözümü bitirince, Sadık hemen yerinden kalktı, beni kucakladı, yanaklarımdan öptü ve ağlaya ağlaya,


  "Emmioğlu," dedi. "Yaşamımın tek dileğiydi bu. Bunu gerçekleştirirsen dilerim Tanrı'dan seni her iki dünyada bahtiyar etsin."


  Evet sevgili dostlar, böyle başladı arkadaşlığımız. Bundan böyle Sadık'ın anımsadığı her ilginç olay, duyduğu her serüven ya da benzeri konu olunca çarçabuk gelip beni bulur, ben de defterimi çıkarıp kalemimi alıp yazardım. Defterimi sürekli iç cebimde taşırım. Mesleğim gereği köy köy dolaşırken. Fırsat bulunca çıkarırdım defterimi ve yazdıklarımı okurdum rasgelen insanlara. Giderek bu iş tuttu. Köylü nerede görse beni çağırır, konuk eder, okutur defterimi. Önce adım masalcıya çıktı, sonra bu adı uygun görmemiş olacaklar ki gazeteciyle değiştirdiler.


  Bana takılan ad arkadaşım yüzünden olsa da, ayrımındasınız benimsemiş değilim. Anamın babamın bana verdikleri adın önüne başka bir adın oturmasından hoşlanmıyorum, ama elimden ne gelir? Aldırmıyorum. Avam, işte ne derse desin. Çoğun iyiye kötü, kötüye iyi der avam. Belki de avamın bize güldüğüne övünmeliyiz. Oysa dünyada sayısız insan avamlardan yakınır.


  Gele gele geldik değirmene, dağarcığımızı çuvalların sırasına yerleştirdik.


  İşbu serüven Danabaş Köyü'nde yazıldı, İrevan İli'nde. Yıl 1894. Boşboğaz Sadık ve Gazeteci Halil.


  I


  Miladi tarihin 894 yılının Kasım ayının başı, Danabaş Köyü'nde ilginç bir olay gerçekleşti. Mehemmed Hasan amcanın eşeği çalındı. Olayı bilmeyenler bunun neresi ilginç diyecekler. Köy ya da kentlerde günde kim bilir ne çok eşek çalınır, ya da yiter. Hayır sandığınız gibi değil. Bu eşeğin yitişi başka herhangi bir eşeğin yitişine hiç mi hiç benzemez. Öyle ilginç bir yitiş ki ancak dinleyince tadına varacaksınız.


  Önce, Mehemmed Hasan amca kim? Onu tanıyalım. Danabaş Köyü'nü bilen Mehemmed Hasan amcayı da bilir. Çünkü köyün gıllıgışsız, saf bir insanıdır; yaşı elli dört, elli beş dolaylarında olmalı, daha fazla değil. Kendisi,


  "Sakalımın ağardığına bakmayın," der. "Ant olsun ki beni yaşamın ağır koşulları çökertti, yoksa bana kırktan fazla vermezdiniz."


  Haklıdır, doğru söylüyor. Bu haliyle bile yanaklarından kan fışkırır.


  Mehemmed Hasan amcanın başına bugüne dek neler gelmiş neler. Hepsini anlatmaya zaman yetmez. Çok sıkıntıları olmuş, kısacası yüzü hiç gülmemiş.


  On, on iki yaşlarındayken babası Hacı Rıza vefat etti. Ardından iki yıl sonra anası öldü. Merhum babasından iyi miras kaldı ona, tarlalar, at sürüleri, sayısız halı, bol para... Ne var ki amcaları bir yıl içinde tüm varsıllığını tükettiler, sonunda ona parmak hesabı gösterdiler. Kendine gelip gözünü açtığında soyulup soğana çevrildiğini gördü. Bir süre sonra bir kız sevdi, evlendi onunla, İrevan yörelerine gitti, gurbetçilik yaşadı, biraz para yapıp sermaye düzme sevdasıyla. Ama tutturamadı, eli boş köye döndü, üç dört eşek aldı, taşımacılığa başladı, o da yürümedi. Sonunda ahırı ortadan ikiye böldü. Sokağa bakan yana bir kapı açtı, bir iki pud un, buğday, dut kurusu ve iğde dizdi, başladı ticarete. Bu yaşa geldi. (Tabii ki aile büyüdü.) Geçimini sağlamasını becerdi. Yoksul olması bir şeyi değiştirmez. İyilik sever bir insandır. İsteyen olsun canını verir. Gerçekten de kapısına gidip,


  "Mehemmed Hasan amca, üç beş manata gereksinimim var," desen, varsa parası hemen çıkarıp verir. Yoksa, birilerinden sağlayıp isteğini yerine getirir... Hani gerçekten de benzersiz iyi bir insandır Mehemmed Hasan amca. Dünya malına hiç mi hiç önem vermez. Tek emeli Kerbela ziyareti. Oldukça dinine bağlı bir insan. Durumu elvermiş olsaydı, şimdiye dek Çehardeh Masum'u (11) bile ziyaret etmiş olurdu. Ama yoksulluğun gözü kör olsun, onu sevap işlemekten yoksun bıraktı. Kısacası Mehemmed Hasan amca ne zamandır Kerbela'ya gitme dilek ve özleminde. Geçen her yıl bu yüce düşünce zavallı adamı biraz daha kıvrandırırdı. Ne zaman giden ya da dönen züvvarların (12) duyurusu ortalığı çınlatsa bizimkinin iki gözü, iki çeşme... Ne yapabilir ki? Yoksulluğun gözü kör olsun... Öyle elini kolunu bağlamış ki yoksulluk, kımıldaması olası değil.


  Mehemmed Hasan amca birkaç ay önce bir düş görmüş. Uyanınca eşini çağırıp ona,


  "Ne pahasına olursa olsun," demiş, "İnşallah," demiş, "Bu yıl Kerbela'ya gitmem gerekir." Ama gördüğü düşü bugüne dek kimseye anlatmadı. Yalnızca kesinkes bu yıl gidip o altı köşeli türbeyi ziyarete zorunlu olduğunu döne döne söyledi. Ve üç dört aydan beri ciddi olarak yolculuk tedarikine başladı.


  Yolculuk sevinci Mehemmed Hasan amcayı tüm dünya işlerinden sıyırdı. Dükkânı boşladı. Yeterince arpa ve darı unu sağlayıp eve bıraktı, bir de gerekebilen ıvır zıvır... Oturdu züvvarın yola koyulmasını bekledi. Önce yayan gitmeyi düşünmüştü. Bilinir, ziyarete yayan gitmenin sevabı, hayvan sırtında gitmekten daha fazladır. Ama ne yazık ki yaşı gereği yaya gitmekten vazgeçti, iki ay yol yürümeye dayanamayacağını düşündü. Peki ne yapmalı? Borç harç on on beş manat bulup kendine bir binek eşek aldı. Tabii ki eşek attan daha elverişliydi. Bir kere attan ucuz... Mehemmed Hasan amca otuz kırk manat parayı nereden bulup at satın alabilecek ki... Ayrıca eşekle ziyarete gidenin atla gidenden Tanrı nezdinde sevabı, tabii ki daha fazlaydı.


  Günlerden bir gün Mehemmed Hasan amca sabah erkenden kalktı, giyinip namazını kıldı. Avluya çıktı dolaştı, tavukları toplayarak yemledi. Ahıra girdi eşeğin de önüne birkaç avuç arpa döktü... Sonra sokağa çıktı, evinin kapısı önünde çömelerek oturdu. Ardından tütün torbasını ve çubuğunu çıkardı, doldurdu, içmeye başladı. Bir süre sonra, yaşıtı birkaç köylü yanına gelip selamlaşıp sırayla çömeldiler ve çubuklarını çıkarıp onlar da içmeye başladı. Hepsi Mehemmed Hasan amcanın komşuları... Birkaç soluk çubuk içtikten, öksürdükten sonra söyleşmeye başladılar. Konu Kerbela züvvarı üzerineydi, hepsinin Mehemmed Hasan amcanın Kerbela özleminden haberleri vardı... Çok uzadı söyleşi, önce ziyaretin sevabı, sonra koşulları ele alındı. Mehemmed Hasan amcanın sol yamacında oturan yanıtını merak ettiği bir soru attı ortaya,


  "Varsayalım bizden birisi buradan kalkıp kutsal bir yere, bir tapınağa gider, ziyaretini tamamlar ve ülkesine geri döner. Biz de toplanıp küme küme görüşüne gider, hep birlikte, 'Ziyaretin kabul olsun' dileğinde bulunuruz. Acaba bizim bu dileğimiz yüzünden mi bu adamın ziyareti kabul olur? Acaba bizim bu dileğimiz bir yarar sağlar mı? Sorumu örnekleyeyim, Mehemmed Hasan amca şimdi sen ziyarete gitmeye niyetlendin. Tanrı sağlık versin, sağlıkla gidip dönersin inşallah. Tabii ki dönüşünden sonra evine gelip seninle görüşeceğiz ve ziyaretinin kabul olması dileğinde bulunacağız. Acaba bu dileğimizin, görüşmemizin sana bir yararı var mı? Bana sorsanız, yoktur derim. Çünkü sen ziyaretini bir ay, belki de bir buçuk ay bundan önce yapmışsın. Eğer Tanrı ziyaretini kabul etmişse artık bizim dileğimizin ne gereği var? Yok eğer etmemişse yine yararı yok. Bizim dileğimiz durumu değiştirmez."


  Adam düşüncesini açıkladıktan sonra dik dik Mehemmed Hasan amcanın gözlerinin içine bakarak bekledi. Ötekilerse gözlerini yere dikip düşünmeye başladılar. Aslında önemli bir konuydu. Mehemmed Hasan amca yeniden kesesini çıkarıp çubuğunu doldurduktan sonra solunda oturan adamı yanıtlamaya çalıştı,


  "Güzel söylüyorsun, Meşhedi Oruç emmioğlu, ama dediğin gibi olsa sonuçta ilişkilerimiz ortadan kalkar. Birileri kutsal yerlerin ziyaretine gidip döndü diyelim ve kimse görüşüne uğramadı... Bu müslümanlığa sığmaz ki. Varsayalım ben ziyarete gidip evime dönmüşüm, şimdi sen ne yapacaksın? Görüşüme gelmeyecek misin? O zaman ben senin yüzüne bakmam ki..."


  Meşhedi Oruç hemen elini Mehemmed Hasan amcadan yana kaldırdı, azıcık da yerinde doğruldu,


  "Yooo, Mehemmed Hasan amca, sen benim ne dediğimi anlamadın, benim sorumun yanıtı senin dediğin değil. Tabii ki ben senin görüşüne gelip iyilik dileğinde bulunacağım. Benim merak ettiğim, acaba benim bu dileğimin sana bir yararı var mı, yok mu? Ben onu soruyorum."


  Mehemmed Hasan amca yine yanıtladı onu,


  "Görüşe gelmenin herhalde yararı vardır. Çünkü aramızda görüşmeler olmazsa ilişkilerimiz kopar."


  Sırayla oturan köylülerin hepsi bu konuda Mehemmed Hasan amcadan yanaydılar. Çünkü Meşhedi Oruç'un sorusu düşündürücü olsa da, alışılmamıştı. Birileri ziyaretten dönecek de onun görüşüne gidilmeyecek, olacak şey değil. Tartışma en az bir saat kadar sürdü. Çubuklar doldu, boşaldı... Her birinin önünde bir tepecik kül birikti. Söyleşinin en tatlı yerinde, sokağın sol tarafından dönemeci birisi döndü, hızla gelip köylülere yaklaştı, selam verdi ve Mehemmed Hasan amcaya,


  "Mehemmed Hasan amca," dedi. "Hemen oğlanı gönder, eşeği getirsin. Kaymakam çağırdı, ivedi kente gideceğim."


  Adamı görür görmez köylüler çarçabuk ayağa kalktılar, selamını karşıladılar.


  "Baş üstüne, baş üstüne, eşek feda olsun sana. Hemen kendim gider eşeği çıkarıp getiririm." Yanıtını tamamlayan Mehemmed Hasan amca çabucak avluya koştu.


  O, eşeği getiredursun, biz bu gelenin kim olduğuna bakalım.


  Bu gelenin sıradan birisi olmadığı anlaşılmıştır, tabii. Neden derseniz, bir bu ki köylüler söyleşilerini, en tatlı yerinde olduğuna bakmayarak kesip ayağa kalkmışlar, belki de başlarını öne eğmişlerdi. İkincisi de bu anda Mehemmed Hasan amca gözünün nuru tek varlığı eşeği, ki onu Kerbela'ya gitmek için almış, geceli gündüzlü bakımında tutmuş, beslemiş ki onu yollarda bırakmasın. Bu yüzden eşeği yorulmaması için kimseye vermemesi gerektiği halde, bu adamın isteği karşısında hiç duraksamadan kendi eliyle eşeği getirip vereceğine bakılırsa, bu adamın kim ve neci olduğu önem kazanır.


  Evet, rasgele birisi değildi eşeği isteyen, Danabaş Köyü'nün muhtarı Hudayarbey'di. Ben şimdi Hudayarbey'in geçmişinden söz etmek istemem. Çünkü kendisi de geçmişini anımsamaktan hoşlanmaz. Dünyanın bugünkü gidişine göre, toplumdaki yüksek yerinden alçağa inenin, varsıllıktan yoksulluğa düşenin öyküsü her zaman anlatılır,


  "Ay, bilemezsiniz, anam böyle, babam öyle... Varsıllığımız ölçülemez kadardı, emlakımız, saygınlığımız." Ama sıfırdan yükselenin, yoksulluktan varsıllığa, hiçlikten önemliliğe çıkanın hiçbir öyküsü olmaz, geçmişi anımsamayı konu etmez. Örneğin Mehemmed Hasan amca yedi gün yedi gece babasının varsıllığından, saygınlığından söz etse doymaz, ama Hudayar muhtar kimseye babasının adını bile söylemez. Ne zaman ki söyleşi bu tür konulara yaklaşırsa, Hudayar muhtar,


  "Kardeşim," der. "Şimdi nemize gerek ana baba sözü, onlar ölüp gitmişler. Tanrı gani gani rahmet eyleye... Şimdi senden, benden söz açalım." Madem, Hudayarbey de geçmişinden söz edilmesini sevmez, ben de onu üzmek istemem, geçmişini karıştırmayı gereksiz buluyorum.


  Hudayarbey'in ancak otuz yedi ya da otuz sekiz yaşı olmalı, daha fazla olamaz, daha az olabilir. Uzun boyludur, çok uzun boylu. Uzunluğu yüzünden eskiden bir lakabı vardı. Ama ben geçmişinden söz etmeyeceğime söz verdim. Sözümü tutmam gerek. Evet boyu uzun, sakalı ve kaşları çok kara, gözleriyse kapkara. Gözlerinde hiç ak yok. Kimi zaman papağını çeker gözlerinin üstüne, papak kara, gözler kara, yüz kara... Papak altından ışıldayan gözler insanı oldukça korkutur. Bunlar önemli değil. Önemli olan Hudayarbey'in burnunun eğriliğidir. Bu eğrilik bildiğiniz eğrilerden değil, eşi benzeri bulunmaz. Burnu eğri çok güzeller gördüm, onunki bir acayip. Burnunun üstünde dikine yükselen bir kemik var, kemiğin alt tarafı etlidir, horoz ibiği gibi sola sarkmış. Doğuştan mı böyle, sonra mı olmuş, onu bilmiyorum. Kısacası çirkin bir burun bu... Bu burunla Hudayarbey'e yakışıklı denemez.


  İki yıldan beri Danabaş Köyü'nün muhtarı. Muhtarlığının da başka bir serüveni var. Hudayarbey başka muhtarlar gibi bu oruna gelmiş değil. Alışılmış olanı muhtarın halkça seçilmesiyken o başka yoldan gelmiş. Çok kolay bir kestirmeden. Eskiden yani iki yıl önce belediye başkanının yanında türlü hizmetlere koşan çavuştu. Başkan onun anasını kendisine "siga" (müta nikahı) yapınca, karşılığında onu köyümüze muhtar atadı. Şöyle ki önce bir hafta içinde esas muhtarı işten elçektirdi, bir süre köy muhtarsız kaldı, ardından bir gün Hudayarbey'i muhtar olarak bulduk karşımızda.


  Muhtarlık çok değiştirdi Hudayarbey'i. Değişiklik giyiminden başladı... Üst başını yeniledi, eline bir kızılcık dalı aldı ve car saldı ki, bundan böyle adı Hudayar değil, Hudayarbey'dir. Bu beyliğin (13) ona nereden bulaştığını kimsenin sormaya hakkı yoktu. Halka göre beylik ona belediye başkanının anasıyla müta evliliği yapmasından kaynaklanmaktadır. Bugüne dek yirmi otuz kadar köylü kodese tıkılmış, sırf yanlışlıkla ona Hudayar muhtar demeleri yüzünden, Hudayarbey demediklerinden.


  Dehleye dehleye Mehemmed Hasan amca eşeği sokağa çıkardı. Ardından yedi sekiz yaşında kel bir oğlan, kıçı başı açık, kendini yerlere atarak, ağlaya ağlaya, bağıra bağıra, yapıştı eşeğin kuyruğundan. Bu Mehemmed Hasan amcanın küçük oğluydu,


  "Eşeğimi nereye götürüyor? Vallahi bırakmam."


  Ağlayarak zırlayarak eşeğin kuyruğuna asılan oğlan, eşeğin yürümesini önledi. Babası gerçekten çok yufka yürekliymiş, çocuğunu hiç üzmezmiş, ona yaklaşıp gönlünü almaya çalıştı, sakinleşmesini istedi,


  "Sakin ol yavrum," dedi. "Eşeğin akşam yine dönüp eve gelecek. Bunda tasalanacak bir şey yok, ne olacak eşeğe? Eşeği satmıyorum ki, Hudayarbey amcan onu kente götürüp, orada ona bol bol arpa yedirecek."


  Çocuk Nuh diyor peygamber demiyordu,


  "Hayır, vallahi bırakmam, onu hiçbir yere göndermem, kesin göndermem."


  Oğlan bunları söylerken elindeki sopayla eşeğin başını çevirdi, avluya sokmaya çalıştı. Bu sırada Hudayar muhtar çocuğun arkasına yaklaşıp sopasını sırtına indirdi ve,


  "Ulan, köpoğlu köpek, eşeği nereye götürüyorsun? Kör müsün, benim burada olduğumu görmüyor musun? Canına okurum vallahi..."


  Oğlan,


  "Yandım Allah..." diye feryadı basıp avluya kaçtı. Hudayar muhtar da eşeğe binip kentin yolunu tuttu. Köylüler dağıldı. Mehemmed Hasan amca muhtarı uğurladıktan sonra, üzüntüyle çocuğunun ardından eve girdi.

Celil MEMMEDGULUZADE
 
 


Celil Memmedguluzadeni tanıyor musunuz
Evet
Hayır

(Sonucu göster)


 
 
Bugün 8 ziyaretçi (10 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol